11 Mayıs 2024 Cumartesi

Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek




Gammaz Yürek

Edgar Allan Poe



Doğru! Sinirlerim bozulmuştu. Hem de insanı dehşete düşürecek kadar bozulmuştu. Ve hâlâ bozuk. Fakat bana deli diyebilir misiniz? Hastalık, sezgilerimi yerle yeksan etmek, köreltmek şöyle dursun, onları bilemişti. Bilhassa da duyu kabiliyetimi keskinleştirmişti. Gökteki cennet ve yeryüzündeki her şeyi duyuyordum. Cehennemden de pek çok şey işitiyordum. Şu halde nasıl deli olabilirim? Kulak verin! Ve başımdan geçenleri ne kadar sağlıklı, ne kadar sakin bir şekilde anlatabildiğime dikkat edin.


Bu fikir aklıma ilk nasıl girdi, söylemek imkânsız; ama bir kere aklıma girince, gece gündüz peşimi bırakmadı. İtiraz yoktu. Hırs yoktu. İhtiyarı seviyordum. Bana hiç kötülük etmemişti. Bana hiç hakaret etmemişti. Gözüm yoktu altınlarında. Galiba sorun, onun gözüydü. Evet, onun gözü! Bir akbabanın gözü vardı onda. Üzerinde ince bir zar olan uçuk mavi bir göz. Ne zaman bana dönse, kanım buz keserdi. Ve bu yüzden tedricen -yavaş yavaş- yaşlı adamın canını almaya karar verdim. Böylelikle o gözden sonsuza kadar kurtulacaktım.


Geldik iplerin koptuğu yere. Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deliler hiçbir şey bilmezler. Ama siz bir de beni görecektiniz. Ne kadar bilgece ilerlediğimi –ne ihtiyatlı, ne öngörülü, ne ikiyüzlülükle işe koyulduğumu görmeliydiniz! İhtiyar adama karşı, onu öldürmeden önceki tüm hafta boyunca, hiçbir zaman olmadığım kadar nazik davrandım. Ve her gece, gece yarısına doğru, kapısının mandalını çekip açtım — hem de ne yavaşlıkla! Ve sonra kafamın sığabileceği kadar bir aralık açınca içeri üzeri kapalı bir fener soktum. Tamamen kapalı. Öyle kapalı ki hiç bir ışık sızmazdı. Sonra başımı içeri soktum. Ah, nasıl sinsilikle içeri sızdığımı görseydiniz kahkahalarla gülerdiniz! İhtiyar adamın uykusunu bölmeyeyim diye yavaşça ilerledim- çok ama çok yavaşça. Sırf onu yatağında yatarken görebilmek için başımı içeri sokmak bir saatimi alırdı. Hah! Bir deli bu kadar kurnaz olabilir miydi? Ve sonra başımı içeri uzattığımda, fenerin örtüsünü ihtiyatla -(menteşeler gıcırdadığı için) özel bir ihtiyatla- kaldırırdım. Örtüyü yalnızca tek ve ince bir ışık hüzmesinin, akbaba gözüne düşeceği kadar kaldırırdım. Bunu yedi uzun gece boyunca yaptım- her gece, tam gece yarısında. Ancak göz her seferinde kapalıydı; bu yüzden devam etmek imkânsızdı çünkü beni rahatsız eden ihtiyar adamın kendisi değil, onun kem gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda, odaya küstahça girip onunla mertçe konuştum. Ona candan bir ses tonuyla ismiyle hitap ettim. Gece nasıl istirahat ettiğini sordum. Gördüğünüz gibi, her gece, tam on ikide, uykusunda onu izlediğimden şüphelenmesi için hakikaten çok bilge bir ihtiyar olması lazımdı.


Sekizinci gece olduğunda kapıyı açarken her zamankinden daha ihtiyatlı davrandım. Saatin yelkovanı bile benden daha hızlı hareket ediyordu. O geceden önce hiçbir zaman kendi gücümün kudretini- dirayetimi bu denli hissetmemiştim. Galibiyet duygusunu güç bela zapt edebiliyordum. Orada bulunuşumu, adım adım kapıyı açışımı ve gizli planlarımı ya da düşüncelerimi onun rüyasında bile göremeyişini düşünmek… Bu fikre kıs kıs güldüm, belki de beni duymuştu. Zira aniden irkilmişçesine kıpırdadı. Şimdi benim geri çekildiğimi düşünebilirsiniz- ama hayır. Odası zift gibi karanlıktı, (panjurlar hırsız girer korkusuyla sıkıca kapatılmıştı), bu yüzden biliyordum ki kapının aralık olduğunu göremezdi. Ben de istikrarla yerimde sabit kaldım.


Başımı içeri uzatmıştım. Tam feneri açacaktım ki başparmağım kapının teneke mandalından kaydı. İhtiyar yatağından sıçradı, “Kim var orada?” diye feryat etti.


Öylece dikildim ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kımıldatmadım. Geçen zamanda onun geri yattığını da duymadım. Hâlâ yatakta oturmuş, dinliyordu. Tıpkı benim gecelerce yaptığım gibi, o da duvardaki tahtakurularını dinliyordu.


İşte bu sırada hafif bir inilti işittim. Bu ölüm korkusunun iniltisiydi, biliyordum. Ah, hayır! Bu acının ya da hüznün sebep olduğu bir inilti değildi. Bu, dehşete düşmüş ruhun en derinlerinden yükselen kısa, boğuk bir sesti. Bu sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam gece yarısında, tüm dünya uyurken, benim göğsümden taşar, dehşet saçan yankısı beni rahatsız eden korkuları artırırdı. Bu sesi iyi bildiğimi söylüyorum. İhtiyarın ne hissettiğini biliyordum, içimden kıs kıs gülmeme rağmen ona acıdım. O ilk hafif gürültüyü duyup yatağından sıçradığından beri uyanık kaldığını biliyordum. O zamandan beri korkuları içinde büyüyordu. Bunların asılsız olduğuna inandırmaya çalışıyordu kendini, ancak buna muvaffak olamıyordu. İçinden şöyle geçiriyordu; “Ne olacak! Ya bacadaki rüzgarın ya yerde yürüyen bir farenin sesidir.” ya da “sadece cırlayan bir cırcır böceğinin sesidir.” Evet, kendini bu tahminlerle rahatlatmaya çalışıyordu, fakat bunların hepsinin boşa olduğunu anlamıştı. Hepsi boşaydı, çünkü ona doğru yaklaşan Ölüm onu kara gölgesiyle takip edip kurbanının etrafını kuşatmıştı. Beni ne görmüş ne de duymuş olmasına rağmen başımın odanın içinde olduğunu hissetmesine mahal veren, o algılanamayan gölgenin hazin tesiriydi.


Sabırla, onun yattığına dair bir şey duyamadan uzun bir süre beklediğim sırada, feneri biraz –çok ama çok az- açmaya karar verdim. Böylece feneri, nihayet tek bir loş hüzmenin kapı aralığından geçip tıpkı bir örümcek ağı gibi ihtiyarın akbaba gözüne düşene dek açtım- nasıl sinsice ve fark ettirmeden açtığımı hayal bile edemezsiniz.


Göz açıktı; sonuna kadar açıktı. Gözümü diktiğimde küplere binmiştim. Gözü mükemmel bir açıklıkla görüyordum- beni iliklerime kadar titreten, üzeri çirkin bir perdeyle kaplı tamamen soluk bir mavi. Ve fakat ihtiyarın yüzüne ya da bedenine dair başka hiçbir şey göremiyordum. Zira içgüdüyle bulmuş gibi ışık hüzmesini tam da o lanetli noktaya doğrultmuştum.


Delilikle karıştırdığınız şeyin duyuların aşırı keskinliği olduğunu size söylememiş miydim? İşte şimdi söylüyorum. Orada kulaklarıma tıpkı pamuğa sarılmış bir saatin çıkardığı gibi kısık, donuk ve keskin bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Bu, ihtiyarın kalp atışlarının sesiydi. Aynı davul seslerinin, askerlerin cesaretini tetiklemesi gibi bu seda da benim öfkemi arttırıyordu.


Buna rağmen kendimi tuttum ve sabit kaldım. Neredeyse hiç nefes almıyordum. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işık hüzmesini ne kadar istikrarlı gözüne tutabiliyorum, görmek istedim. Bu arada kalbinin korkunç gümbürtüsü artıyordu. Daha hızlı ve daha çabuk atmaya başlamıştı. Her an daha da yüksek çarpıyordu. İhtiyarın duyduğu dehşet en uç noktada olmalıydı! Gümbürtü yükseldi- size söylüyorum, her an yükseldi. Beni işitiyor musunuz? Size sinirlerimin bozuk olduğunu söyledim. Sinirlerim bozuk. Şimdi, gecenin bu ölü saatinde, bu eski evin korkunç sessizliğinin ortasında, böyle garip bir ses beni gem vurulmaz bir dehşete düşürdü. Yine de, bir kaç dakika daha kendimi tuttum ve yerimden kıpırdamadım. Ama gümbürtü yükseldi de yükseldi! Kalbi yerinden çıkacak sandım. Şimdi de, beni yeni bir endişe sarmıştı- ya bu gümbürtü komşular tarafından duyulursa! İhtiyarın zamanı dolmuştu! Gürültülü bir haykırışla, feneri açıverdim ve kendimi odaya attım. Bir kere, yalnızca bir kere feryat etti. Bir anda onu yere çektim ve ağır yatağı üzerine bıraktım. İşi bu raddeye kadar getirebildiğim için neşeyle güldüm sonra. Dakikalardır kalbi boğuk bir sesle atıyordu. Ancak bu beni kızdırmadı, duvarlardan duyulmazdı. En sonunda durdu. İhtiyar ölmüştü. Yatağı kaldırıp cesedi inceledim. Evet, taş kesilmişti, ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve bir kaç dakika orada tuttum. Hiç nabız yoktu. Ölmüştü. Gözü, artık canımı sıkmayacaktı.


Benim hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedin saklanmasına dair ne derece bilgece önlemler aldığımı anlattığımda böyle düşünmeyeceksiniz. Gece bitiyordu, ben de aceleyle ama sessizce çalıştım. İlk olarak cesedi parçalara ayırdım. Kafayı, kolları ve bacakları kestim.


Sonra odanın döşemesinden üç tahtayı söktüm ve aralarına kestiğim parçaları yerleştirdim. Daha sonra, döşeme tahtalarını öyle zekice, öyle sinsice yerleştirdim ki hiç bir insan gözü- hatta onunki bile- bir terslik olduğunu sezemezdi. Temizleyecek hiç bir iz ya da kan lekesi yoktu. Bunun için fazlasıyla temkinli davranmıştım. Tüm işi küvette yapmıştım- ha ha!


Tüm işi bitirdiğimde, saat sabah dördü bulmuştu- hala gece yarısı gibi karanlıktı. Saat çanı çaldığında, sokak kapısı vuruldu. Açmak için kaygısızca aşağı indim- korkacak neyim kalmıştı ki? Kendilerini mükemmel bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece komşulardan biri bir çığlık duymuştu, cinayetten şüphelenmiş ve karakola bildirmişti. Onlar da (polis memurları) binayı aramak için görevlendirilmişti.


Gülümsedim- neyden korkacaktım? Beyefendileri buyur ettim. Çığlığı, dedim, ben rüyadayken attım. İhtiyarın ülkede olmadığından bahsettim. Ziyaretçilerime tüm evi gezdirdim. Evi aramalarını- çok iyi aramalarını söyledim. Onları en sonunda onun odasına yönlendirdim. El sürülmemiş ve güvende olan servetini gösterdim. Özgüvenimin coşkusuyla odaya sandalyeler getirdim ve yorgunluklarını atmalarını istedim. Ben de bu arada kusursuz zaferimin hoyrat cüretiyle kendi sandalyemi altında kurbanın cesedinin yattığı noktanın tam üzerine yerleştirdim.


Memurlar hallerinden memnundu. Davranışlarım onları ikna etmişti. Garip bir biçimde müsterihtim. Oturdular. Ben onların sorularını neşeyle cevaplarken, onlar ailevi konulardan çene çaldılar. Ancak, çok geçmeden, rengimin attığını fark ettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu. Kulaklarımda bir çınlama duyduğumu sandım. Onlar hala oturmuş, sohbet ediyorlardı. Çınlama daha da belirginleşti- kesilmedi ve daha aşikâr bir hal aldı. Bu histen kurtulmak için daha rahat konuşmaya başladım ama çınlama sürdü. Katiyet kazandı- ta ki sonunda sesin kulaklarımdan gelmediğini anlayana kadar.


Hiç şüphesiz şimdi rengim çok daha solmuştu- ama daha akıcı ve sesimi yükselterek konuştum. Yine de ses yükseldi- elimden ne gelirdi? Ses, kısık, donuk ve keskindi- pamuğa sarılmış bir saatin çıkardığı ses gibi. Nefesim kesilmişti. Ne var ki polisler duymamıştı. Daha hızlı, daha hararetli konuştuysam da ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım, abartılı ve hiddetli mimiklerle önemsiz şeylerden bahsettim bahsetmesine, fakat ses giderek artıyordu. Neden gitmiyorlardı? Sanki adamların gözlemlerinden öfkelenmişim gibi uzun ve ağır adımlarla bir ileri bir geri odayı arşınladım- ama ses giderek artıyordu. Allahım! Elimden ne gelirdi? Öfkeden köpürdüm, küplere bindim, küfürler ettim! Oturduğum sandalyeyi yumrukladım, döşemelere sürterek gıcırdattım, ama ses yükseldi ve giderek arttı. Ses yükseldi- yükseldi de yükseldi! Adamlar hala hoşça ve gülümseyerek muhabbet ediyorlardı. Mümkün müydü duymamaları? Eyvahlar olsun!! Hayır, hayır! -Duydular, şüphelendiler, biliyorlardı, benim korkularımla dalga geçiyorlardı- diye düşünüyordum ve düşünüyorum. Her şey bu ıstıraptan daha iyiydi! Her şey bu maskaralıktan daha çekilirdi. Bu ikiyüzlü gülümsemelere daha fazla katlanamazdım. Ya bağırmalı ya da ölmeliyim diye düşündüm- işte yine, yine- dinleyin! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha yüksek!-


“Hainler!” diye haykırdım, “Artık rol yapmayın! İtiraf ediyorum!- döşemeleri sökün! — işte burası, burası!- Bu, onun o iğrenç kalbinin gümbürtüsü!”



The Tell-Tale Heart, The Pioneer, 1843, 

Çeviri: Puslu Kıta











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Puslu Kıta 1. Sayı

  PUSLU KITA  Çevrimiçi Bilimkurgu, Fantezi ve Korku Dergisi SAYI, MAYIS 2024 Kurgu: Andy Weir - Yumurta (Çev. Selin Çıray) Edgar Allan Poe ...