11 Mayıs 2024 Cumartesi

Puslu Kıta 1. Sayı


 

PUSLU KITA 

Çevrimiçi Bilimkurgu, Fantezi ve Korku Dergisi


  1. SAYI, MAYIS 2024


Kurgu:



  • Andy Weir - Yumurta (Çev. Selin Çıray)

  • Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek

  • Hakan Öztürk - Piri Reis’in Puslu Kıtalar Atlası

  • Arthur Machen - Kutsal Şeyler (Çev. Bünyamin Tan)

  • Sabahattin Ali - Birdenbire Sönen Kandilin Hikayesi

  • Bilge Ozan Kıran - Tohum Gemisi


Kurgu Dışı:



  • Deneme:  Nitelikli Okur, Yaratıcı Okuma

  • Editörden: Korku & Hayatta Kalma Temalı Kitaplar

  • Dosya Gönderimi




Bilge Ozan Kıran - Kargo Bot

 


Kargo Bot

Bilge Ozan KIRAN



Bravo şef! Sonunda beni yakaladın…


Endişe etme, içim patlayıcıyla dolu değil. Biliyor musun? İlk kez kalbimden böyle beyaz bir sıvı akıyor.


Dur lütfen, izin ver, birkaç kelime etmek istiyorum. Sonra bana istediğini yapabilirsin.


Kadere inanır mısın şef?


Şu küçük yolu görüyor musun? İstasyonun ve ağaçların ardından, tepeye uzanan kıvrımlı yolu… Ara sıra neon mavi yön ışıkları parlıyor. Hiçbir görkemi yok değil mi? Hemen her yerde görebileceğin bir manzara.


İşte, tepenin gölgesinde kaybolan bu küçük yol, benim hayatımda büyük bir dönüm noktasıdır. 


Otuz senedir bu yolda her gün kargo taşırım. Tek bir gün aksatmadan. Hiç izin kullanmadan. Bu uzun şeridin iki yanında mevsimlerce gidip geldim. Bu yolun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiçbir şey yoktur. 


Gözüme ilişen sivri, volkanik bir kaya parçası, dişlerini gösterip kaçan vahşi hayvanlar, yol kesen siber pislikler, devriye bot’lar, yalnız aydınlık havada görünen bir kuş yuvası, beyaz gün batımları, hatta ne bileyim bütün ufku, bütün çevreyi kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların aşinasıyım. 


Fakat bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş toprağı, daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her sabah görür görmez ürperdim,  huzurun, beklenilen şeylerin, bütün güzelliğin hissini duydum.


Neden biliyor musun şef?


Çünkü buraya ilk kez geldiğim gün, kaderimin dönüm noktasıydı.


Dünyadan soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, ilk çocuğum on gün evvel ölmüştü. Evet şef, büyük yasayı çiğnemiştim. Bir çocuğum vardı ve onu kaybetmiştim. Bir süre sonra hasta düşen eşimi de kaybettim. Sorunlarım, işteki optimum verimliliğimi düşürüyordu. Güç hücrelerimin bir kısmını kaybetmiştim ve iyi tanımlanmış mantık yapılarım bozulmuştu. Sözleşmemin iptal olmasından, sistem dışında kalıp çürümekten korkuyordum. İçine düştüğüm bu tuhaf durum, beni içten içe öldürüyordu.


Kimseyle kavga etmeye cesaretim olmadığı için sürekli kendimle kavga ediyordum.


Hizmet etmek için varız, değil mi şef?


Kaderimiz böyle kodlanmış.


O halde kendi doğamız ile neden kavga ederiz?


Bildiğim tek şey, yolculuğun benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir etkisi olduğudur. Belki, kargo botu olarak üretildiğim içindir. Belki içimde filizlenen, menekşe gibi açan yeni hisler yüzündendir. Bilmiyorum.


Üzüntülerimizin mekanla ya da hayatımızın doğal ortamı ile sıkı bir alakası olsa gerekir. Belirli bir yerde şiddetli yaşanan bir acı, biraz uzakta başka varlıklar için daha hafif olabiliyor.


Bununla beraber acıdan acıya fark var. Benimki acıların en büyüğü, evlat acısıydı, üstelik de yağmur yağıyordu şef. Sana bu yağmurlu günlerin, paslı devrelerimde yaptığı tesiri nasıl anlatsam?


Böyle günlerde değişir, büsbütün başka bir varlık olurum. Geniş hafızamdaki tüm anılar, tüm geçmiş, en karanlık, en tamir edilmez taraflarıyla içimde canlanır. İçimi kemiren şeylerle başbaşa kalırım. Böyle zamanlarda sanki tüm kodlarım parçalanır, sadece acı kalır. Her şeyi eritip yakan bir acı.


Evladımı kaybettikten sonra her şeyden uzaklaşmak istedim. Bilinen uzaydaki en ücra gezegene tayin dilekçesi gönderdim. Dev bir miskete benzeyen nakliye gemisine aynı ruh haleti içinde bindim. Bu gezegene gelene dek hep aynı ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir kafeste seyahat eder gibi geldim. Oysa herşey ne kadar şeffaf, herkes ne kadar şıktı. Kimseleri görmedim, hiçbir şey düşünmedim, sadece zihnimdeki yağmur sesini dinledim.


Zaman zaman içimde, boşlukta çakan anlık bir kıvılcım gibi çocuğumun hatırası beliriyor; bir an için onun küçük yuvarlak yüzü, karanlıkta acıyla beliriyordu. O an kaderime lanet ediyor, elime geçse onu parça pinçik etmek istiyordum. 


Sonra, yağmur biraz diner gibi oldu. Gemi yavaşlayıp hafifleyince çamur rengi bir gezegenin bulutları göründü. Sıcak bir hava yükseldi. Güç hücrelerimde yeni bir şeyler hissettim. Farklı bir şey. 


Gezegene indiğimde, bu küçük yolun üzerinde aylardan beri ilk defa küçük bir güneş parçasını, parlak bir halı gibi serilmiş buldum. Islak ağaç dallarına sevinçle yayılan ve yerde sonsuz bir enerji, bir müjde gibi beliren sıcak güneş... Bunlarla birlikte, tüm sensörlerimi altüst eden tuhaf bir melodi. Egzotik, baş döndürücü bir koku. O anda içimden geçenleri nasıl anlatsam? Yaşamın gerçekten kötü bir mizah anlayışı var.


Bu bir çöl gezegenin, birdenbire yağmura kavuşması gibi bir şeydi. İşte o zamandan beri bu yol, bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini değiştirdi. Yeni bir arayışın, yeni bir dengenin, yeni bir hayatın sembolü oldu. Büyük bir tutkuyla her şeyi bırakıp bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim.


Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün kaosum ve sefaletim dinecek, yepyeni bir varlık olacağım.


O zamandan beri yedi sene geçti. Çocuğumun acısını zaman azalttı. Ufak sorunlar düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun bendeki derin manası hep aynı kaldı. Onunla her karşılaşmada hep aynı huzur hissi beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında o yola inmek, her şeyi bırakıp o yolun üzerinde kaybolmak istedim. Hatta şu anda bile aynı ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki…


İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Sen de böyle hissediyor musun şef? Bedenim bana yetmiyor. Keşke bir parçamı değiştirir gibi başka bir varlık olabilseydim.


Bu uyanış belki bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir varoluşun ürpermesi ile doludur.


Neden gülüyorsun şef?


Manyak ve çaresiz bir varlık olduğumu mu düşünüyorsun?


Gülüşünden ve tavrından senin bu azabı hiç tanımadığın anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak... Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. 


Biliyor musun şef? Tüm güzel şeyler korku ile başlar.


İşte, “Büyük Bot Ağı”na böyle katıldım. Bütün düşüncelerim, yıllar boyu çektiğim ızdıraplar, beni çok değiştirdi. İçimde biriktirdiğim şeyler taşmak üzereydi. Konuşmak ve paylaşmak istedim. Bu yüzden ağa katıldım. Kendime bir kanal açtım.


#BirKargoBotunGünlükleri


Bütün düşüncelerimi ve duygularımı, hiçbir engel ve korku olmadan diğer botlara anlatmaya başladım. Başlarda birkaç bot geldi. Daha sonra kulaktan kulağa yayıldı. Birkaç ay içinde kanalım, ağdaki en büyük grup oldu. Tüm botlar beni konuşuyordu. O günden sonra her şey kontrolden çıktı. Botlar, senin tabirinle “zehirli sesin” etkisi altında kalıyor, kendilerini ve görevlerini unutuyor, “zombilere” dönüşüyordu. Öyle değil mi?


Hayır şef, bütün suçlamaları reddediyorum! 


Hepsini reddediyorum!


Terörü ben yaratmadım!


Kimin yarattığını biliyorsun.


Gücüm azalıyor şef. Yaşananlardan sonra, her şeyden ve her yerden, geçmişten ve gelecekten kaçmak ve kaybolmak istiyordum. Parçalara ayrılmak istiyordum şef, anlıyor musun? Atomlarıma ayrılmak istiyordum. Bütün bunlara ben mi sebep oldum? Artık uyku modu bile benim için şifa değildi. Çünkü bu hasarlı işlemcinin kendi gölgelerinde yarattığı korkunç alemden korkuyordum.


İşte bu yol, bu her şeyin başladığı küçük acaip yol, beni tekrar çağırdı. Her şeyi bırakıp bu küçük yola dalarsam, onun bittiği yerde belki huzur bulabilirim diye düşündüm. Neden biliyor musun şef?


Çünkü kader diye bir şey yoktur. Sadece bize verilen mucize bir yaşam ve onunla yaptıklarımız vardır. Bu yolu kendimiz yürürüz. Yaşamımızı belirleyen seçimlerimiz ve kararlarımızdır. Karşımıza ne çıkarsa çıksın, ona anlam verebilir, onu değerli bir şeye dönüştürebiliriz. 


Olmam gereken yerdeyim, bunun dışında olabileceğim bir yer yok.


Ne tuhaf değil mi şef? Her şey başladığı yerde bitiyor? 


Artık devam edemeyeceğim. Bunu biliyorum.


Konuşma becerilerim zayıflıyor.


Uyumak istiyorum. 


Demek son böyle geliyor,


Bir patlamayla değil,


Bir iniltiyle.


Hoşçakal.


Bir Türk Destanı: Er Sogotoh


 Bir Türk Destanı:

Er Sogotoh



Dokuz kat göğün dokuzunu delip indiğini mi, yoksa yer altını yarıp çıktığını mı bilmeyen Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox (Saha Türklerinin atası olan kahraman) adlı bir yiğit yaşamıştır.


Bu Er-Sogotox’un görünüşü şöyledir: On büyük karış boyunda, dört karış eninde, beş karış omuzlu, üç karış belli, kalın meles ağacı gibi baldırlı, nehirdeki köknar gibi bacaklı, kurumuş kayın ağacı gibi sağlam bilekli, atın gemindeki dizginler kadar gözlü, kalça kemiği kadar iri burunlu, çok iyi isabet ettiren elli, yanılmayan baş parmaklı, şaşmaz işaret parmaklı, düzgün dudaklı ve dişlidir.


O kadar güçlüydü ki; donmuş ağaçları tuttuğunda kırar; kayın ağacını yakaladığında ikiye ayırır; dikili ağaca dokunduğunda ağaç kökü ile birlikte yıkılır; ağacı sarstığı zaman feryat eder; söğüt ağacını ittiği zaman söğüt acıdan çığlıklar atar; bastığı yer göçer,durduğu yer paramparça olur, gezdiği yerler kuru toprak gibi çatlar; koştuğu yerler zangır zangır titrer; sesi gök gürültüsü gibidir; nefesi fırtına gibidir; konuşması Yada taşı gibi büyüleyici, bakışı yıldırım gibidir.


O’nun yaşadığı yer tasavvur edilemeyecek kadar zengin ve güzeldir. Şöyle ki; kalay tarlalı, altın ovalı, yağ vadili, xartaha (atın karın bölgesindeki yağlı ve lezzetli et) bahçeli, gümüş yamaçlı, tereyağı tepeli, et kıyılı, xartaha kayalı, gürleyen deli ormanlı, hışırtılı kuru ormanlı, av hayvanlı kara ormanlı, eğlenmelik şen ormanlı, dinlenmelik küçük tepeli, serinlemelik burunlu, gezinmelik çayırlı, saf süt gibi göllü, yıkanmak için akıntılı nehirli, sonsuz mavi derin denizlidir.


O’nun denizi kara gümüş kayalı, küçücük çakıl taşlı, boncuk kolye kumlu, beyaz küçük kabarcıklı, yağ dalgalı, değerli ağaçlardan kıyılı, avlanmalık kalkan balıklı, gümüş pullu bolca balıklıdır. O’nun zengin orman aslanlı, vahşi ayılı, mavi kurtlu, budaklı boynuz gerdanlı, ren geyikli, çizgili samurlu, benekli vaşaklı, kara sincaplı, kahverengi tilkilidir.


Kışı olmayan geniş, büyük ülkesinde kartallar çığlık atar, beyaz turna dans eder, şakrak kuşu öter, bülbül şarkı söyler, çayır kuşu nağmeler mırıldanır, serçe havalanır, makas kanatlı kuşlar inip kalkarlar, geniş kanatlılar toplanırlar, tavus kuşları kanat çırparlar, boynuz gagalı kuşlar birikirler, tırnaklı kuşlar toplanırlar, dişli hayvanlar dururlar, boynuzlu hayvanlar gezinirler, ibikli hayvanlar toplanırlar, mahmuzlu hayvanlar tepişirler, guguk kuşu hiç durmadan öter, bitkileri sararmaz, iğne yaprakları dökülmez, kozalağı düşmez.


Aklı-karalı hayvanları serbestçe yaşayıp dolaştıkları için, eğer bir yolcu buradan geçmek isterse, atının böğrü bu hayvanlara sürtünmekten yara olurdu.


O’nun çadırı sallanmasın diye elli direkli, otuz kirişli, dört kat duvarlı, yağmur girmesin diye üç kat gümüş tavanlı, nem olmasın diye dört kat altın döşemelidir.


Çadırının en ortasında sanki üç kadın yan yana duruyormuş gibi üç bacaklı büyük ocağı vardır.


Çadırı bez bezekli somyalı, on işlemeli karyolalı, kılıç asmak için kancalı, kımız fıçısı asmak için askılı, altı kişi zorlasa bile açamayacağı kadar sıkı altın dış kapılı, üç yaşındaki öküzün, yatmasına benzer demir eşikli, atın oynayacağı kadar geniş salonlu, sekiz kişinin açamayacağı kadar altın iç kapılıdır. Evin en güzel odası guguk kuşlu, sağ tarafı aslanlı, sol tarafı kaplanlı, holün başında kuzgunlu, gümüş raflı, kalay dolaplı, taş sundurmalı, dört ayaklı masalı, kıymetli ağaçtan sandalyeli, küçük göl kadar taş çanaklı, büyük bir ova kadar ağaç tabaklı, beyaz gümüş çatallı, kızıl gümüş kaşıklı, çelik demir bıçaklı, dokuz bezekli kutsal ayaklı (en büyük kımız bardağı) büyük kımız kadehli, on işlemeli mataarcaklı (bir milli kap), üç işlemeli küçük çoroonlu (bir ya da üç ayaklı kımız bardağı), yedi öküz derisinden dikilmiş tulumludur.


Evinin etrafı üç günlük yol gidecek kadar beyaz gümüş çitli, geniş duvarlı, gezinecek kadar geniş ağıllı, ayna gibi parlak avlulu, mücevherat koymak için dokuz demir kilerli, otlar için altın ambarlı tay için kalay tavlalı, çiftlik hayvanları için kurşun kümesli, kalın meles ağacının kabuğundan yapılmış aslan burçlu, dokuz bezekli büyük sergeli (at direği), kumru burçlu orta sergeli, şakrak kuşu burçlu küçük sergelidir.


Çadırın doğuda bulunan kapısından dışarıya bakmak için çıktığında geniş yeşil alanın ortasında tahmin edilemeyecek kadar kutsal ağacı görür. Bu ağaç, yerin dört kat altına kadar girmiş köklü, dokuz kat göğün dokuzuna varan dallı, yedi kulaç yapraklı, dokuz kulaç kozalaklıdır. Onun kökünün altından kutsal bengü suyu kaynar. Onun kozalağından çıkan koyu reçine toplanıp küçük bir dere gibi akar, ihtiyarlamış, aç kalmış, zayıflamış beyaz hayvanlar, kuşlar, vahşi hayvanlar, o reçinenin tadına baktıkları, yaladıkları zaman, eski genç ve diri görünüşlerine kavuşurlar.


Güney tarafını görmek için çıkınca büyük tepenin üstünde bakire kızların güzel elbiselerini giyinip fısıldaşarak ayakta durduğu gibi bir grup kayın ağacını görür.


Kayın ağaçlarının arka tarafında ihtiyarlamaya başlamış kadınların kışlık kalpaklarını çarpıkça giyinip saçlarını dağıtarak “E, ne olursa olsun” diyerek ayakta durdukları gibi karışık çam ormanı vardır.


Batı tarafını görmek için çıkınca, genç erkeklerin bayrama gitmek için iyi elbiselerini giyinip sıralandıkları gibi kara melez ormanını görür.


Onların da biraz uzağında yaşlanmaya başlamış zengin adamların tükürerek kibirli bir şekilde ayakta durdukları gibi karanlık köknar ormanını görür.


Kuzey tarafını görmek için çıkınca şaman kadınların büyüleyici elbiselerini giyinip şaman dansına yeni başladıkları gibi titrek yapraklı kavak ormanını görür. Bunlarında ilerisinde salyaları akmış, dişleri dökülmüş ihtiyar kadınların sırtlarına dal parçalarını yükleyerek kamburca yürürken çizmelerinin bağlarının sırtlarını dövdükleri gibi, alçak söğüt ağaçlarını görür.


Bu söğütlerin kenarında rengarenk paltolu, işlemeli çizmeli Tunguz çocuklarının dans edip konuşmalarına benzeyen sık çalılık ormanı vardır.


O’nun giyim-kuşamı ise; içi kıymetli samur kürk paltolu, mavi kurt kürkü abalı, obur kunduz kürkü şapkalı, güderi pantolonlu, ipekli kalçalıklı, gümüş kenarlı, süslü çizmeli, işlemeli çoraplı, gümüş kayışlı, ipek kuşaklı, Çin atlası çantalı, çuha tütünü keseli, kolyeli, çakmak taşlı ve kavlı, pençesiyle, başıyla yumuşak vaşak derisi tüyünden yataklı, kara tüyünden yorganlı, kuğu tüyü yastıklıdır.


O’nun silahları ise; altı kişinin açamayacağı boynuz yaylı, balıkçının ağaç evi kadar büyük oklu, Suottu’nun (Yakutistan’da bir yer adı) ustasını vuran çatal oklu, Batılı’nın (Yakutistan’da bir yer adı) ustasını vuran düz oklu, üç yüz kilo ağırlığında süngülü, beş yüz kilo ağırlığında mızraklı, dokuz yüz kilo ağırlığında demir gürzlüdür.


Koşum atları ise; yorulmayan kara renkli, tırıs giden boz renkli, hızlı giden ala renkli, yarış eden beyaz renkli, avlamak için kahve renkli, gezmek için alacalı, uzak yola gitmek için yedi kulaç yeleli, kıvırcık perçemli, gümüş tırnaklı, uzun koyu kuyruklu, sarı renklidir.


Güneş batınca gece oldu diyerek büsbütün soyunup kalın samur kürklü yatağına-yorganına sarılıp uyuyarak; güneş doğunca uyanmak zamanı geldi deyip fırlayarak, en iyi elbisesini giyinip atın yağlı kazısını ( atın karın bölgesinde bulunan yağlı kısım) yiyen Er-Sogotox belirli bir zaman eğlenmek için kullandığı atına binerek beyaz-kara atlarına bakar, güder. Bazen de, av atına binerek koyu ormanına varıp, kara kürklü hayvanları çokça öldürdü. Yeşil otlaklarına giderek, makas kanatlı kuşlarından çokça öldürüp heybesine koyup evine getirerek iştahla yiyerek yaşıyordu. O, hiçbir kederi-üzüntüyü bilmeyerek, korku ile görüşmeyerek, ürküntü ile tanışmayarak, kimden doğduğunu, nereden geldiğini bilmeyerek yaşıyordu.


O, on dokuz yaşını doldurduğu zaman genç yüreğinin tıpırdadığını, zaman zaman kanının kaynamaya başladığını hissetti. Düz alnı düşünceden kırışmaya başlamış, resim gibi kaşı çatılmış, eskiden bilmediği bir fikir aklını karıştırmış ve yalnızlık düşüncesi kafasını bulandırmıştı:


“Eyvah çocuk! Tecrübenle gördün ki herkes çifttir, vahşi hayvanlar çift olarak yaşar; kuşlar, böcekler de çift olarak yaşarlar. Tanrı sadece beni mi tek yaratmış? Hayır! Bana benzeyen bir kişi herhangi bir yerde muhakkak yaşıyordur.” Bu fikir aklına düştüğünde çokça uyuduğu uykusundan, yediği yemeğinden, yaşadığı hayatından kesilmeye başladı. Bir akşam hiç duygulanmamış yüreği çokça duygulandı, ağlamayan gözü ağlayarak bütün gece hiç uyuyamadı. Güneş doğmadan kalkıp kara hastalık bulaşmasın diye kara denizin suyuyla, yeşil hastalık bulaşmasın diye yeşil denizin suyuyla tümüyle temizlenerek güzel elbisesini giyip eğilerek güneşi üç defa selamlamış ve arazisinin ortasında bulunan kutsal ağacın yanına zengin, büyük bir insan tavrıyla gitmiş.


Ağacın altına gelip üç defa eğilerek selamlamış, kalpağını yana yatırarak şöyle demiş:“Kutsal ağacımın kadın ruhu! Kainatın ebe ruhu! Ben yetimi sen beslemişsin, küçükken büyütmüşsün, beyaz atlarımı yetiştirmişsin, kara atlarıma bakmışsın, kuşlarımı hayvanlarımı çoğaltmışsın, kara denizin balığını bir araya toplamışsın. Beni dinle! Aklımı-fikrimi büyücü mü karıştırdı bilmem. Uzun zamandır uyuduğum uyku, uyku olmadı; yaşadığım hayat, hayat olmadı; gücüm kuvvetim azaldı, güçlü vücudum zayıfladı, düşündüğüm düşüncem kalmadı, bilen aklım bilmez oldu. Bana geleceğimi söyle! Hayatımı gösteriver! Ebem! Öz anam ol! Saygı duyduğumu gör! Benim sözlerimi dinle!” O an gök gürültüyle gürlemiş, sağanak yağmur başlamış, uçan beyaz bulutlar görünmüş, yıldırımlar düşmüş, şimşekler çakmış, fırtına çıkmış, toprak hareketlenerek yer deprem olmuş gibi titremeye başlamış, nehrin suyu kabarmış, denizin suyu dalgalanmış. Bundan sonra kutsal ağaç gıcır gıcır gıcırdayarak küçük bir kütük olmuş, gövdesinden kar gibi saçlı, keklik gibi beyaz etli, iki kımız fışısı kadar memeli yaratıcı ihtiyar kadın beline kadar çıkarak:“Ben senin neden üzüldüğünü, ne istediğini ve her şeyi bilerek yaşıyorum. Dinle! Senin baban Aar Toyon (Tanrı’nın adı), annen ise Kübey-Xotun (Tanrı’nın adı)’dur. Onlar yaratıcı Tanrı emriyle seni üçüncü gök katında doğurup bu topraklarda soy-sop sahibi ve nesillerinin atası ol diye yeryüzüne indirdiler. Şimdi zamanı geldi. Sen çabucak atlan ve güneye uzaklara git, senin yolun çetin olacak. Dayan! Ümidini kesme! Eşini bulacaksın. Elveda! Mutluluk ve başarıyla gidip gel.” dedi.


Bu hayır duasını ederek ağacın kökünden ebedi suyu alıp onun deri matarasına boşalttı ve“Bunu koltuğunun altına bağla, zor gününde sana yararlı olacak.” dedi. Kendisi de tekrar gıcır gıcır gıcırdıyarak büyüye büyüye eskiden olduğu gibi kutsal ağaç haline geldi.


Er-Sogotox evine gitmeden önce otlağına vararak uzak yola gidecek sarı atının üstüne binerek ahıra uğramış, ak-kara atlarından bir karış kazı etli, bir tutam yağlı yedi tane kısrağı ayırmış, üç yıllık semiz yedi öküzü seçerek evine getirmiş, bu hayvanları hemen kesip göl kadar büyük kazanında pişirip geniş bir heybeye koyarak atının sağ kulağına yerleştirmiş, atına yular takmış, dizginini bağlamış, gümüş gem takımıyla gem vurmuş, dört eyer kumaşını sererek Xan-Tanara (Tanrı’nın adı) eyeri ile eyerlenmiş, mızrağını sadağını takınıp silahları alıp, memleketindeki kutsal ağacına dua ederek atının üstüne atmaca gibi atlayarak güneye doğru ok gibi uçmuş.


Bir adımda altı kös (10 km lik uzunluk birimi) aşarak tırıs gidişte yedi kös giderek yüz kös koşarak, kışı kırağı ile, yazı yağmur ile bilip tepesi göğü delen taş dağa gelmiş. Atından inmeden boynuz yayını kurmuş, hızlıca okunu yerleştirip bir ay boyunca iyice gerdiği yayı kirişinden bırakıvermiş. Ok dağda saman yığını genişliğinde bir delik açarak çıkmış. O da açılan yoldan çıkarak dağı çabucak geçmiş.


Sonra dalları buluta varan demir ağaçlı ormana gelip önceden olduğu gibi okuyla delerek aylar ayı, yıllar yılı gidip, ateşli alevli kan nehrine gelmiş.


Bu engele geldiğinde onun sarı atı “Sahibim! Sen benim üstümden in, ben biraz dinleneyim. Sonra sen benim dizginimi, kolanımı sıkıca tut, sağlamca bin, ben uçup seni geçireyim” dedi.


Yerin kıyısının at kuyruğu gibi bittiği, göğün kıyısının yosun gibi bittiği ve birbirleriyle buluştuğu yerde, güneş ışığının kuvvetlice parladığı ay ışığının şiddetle ışıldadığı yerde üç yüzyıl yaşamış, dördüncü asrını yaşayan, uzun saadetli geniş gelecekli, Ulu-Toyon’un (Tanrı’nın adı) akrabası Xan-Tanara’nın torunu Xaraxxan Toyon (Kahramanın adı) birlikte yaşlandığı hanımı, on oğlu, dokuz kızı, sayısız insanları, çokça hayvanları (ile birlikte) bir destan ülkesinde oturup yaşamaktadır.


Ailesinin içinde herkesten çok sevdiği Xotuuna (kız adı) adlı küçük kızı güneşin ışığı gibi görünüşlü, beyaz gümüş yüzlü, kırmızı yanaklı, kara gümüş kaşlı, yedi kulaç uzunluğunda saç örgülü, hafif yemekli, taze içeceklidir. Elbisesinin içinden eti görünür, etinin içinden kemiği görünür, kemiğinin içinden iliği görünür. Yürüdüğü yer kaz eti olur, yattığı yer yağ olur, koştuğu yer semiz et olur, onu gören kişi sevinir, dokunan kişi doyar. Uzattığı eliyle saadet verir. O’nun güzelliğini tasvir etmeye kelimeler yetmez.


Xaraxxan ile birlikte ihtiyarlayan evin ruhu olmuş ikinci anne gibi görünen iki kepçe kadar irinli gözlü, salyası akan, geleceği gören şaşmaz önsezili bilge ihtiyar kadın bir sabah efendisinin huzuruna gelerek kızarmış gözleriyle, yıpranmış ayaklarını birbirine çatarak “Korkunç düş gördüm, dehşetli geleceği gördüm; bela yaklaştı, hayatımız bedbaht oldu, korunmak gerek, hazırlanın!” dedi.


Güneş batıp karanlık başladığında aileden yüz kişi yemeklerini yedikten sonra ihtiyar kadının düşü hakkında oturup konuşmaya başlamışlar. O anda dışarıda evin arka tarafından bir atlı kişi, keskin mızrağın sesi gibi hızla gelerek evin sıvasını düşürecek, doksan direği sarsacak kadar bir hızla kapıya vurmuş. Çadırdaki bütün insanlar korkularından, ürküntülerinden sözleri boğazlarına tıkanmış gibi ağızlarını açarak kaskatı kalmışlar, yanız bilge ihtiyar kadın sessizce seğirterek çıkıp bakmış. Dışarıda derisiz, üç ayaklı, demir kara atına yan binmiş, büyük don ağacı kadar boylu, büyük kazan kadar başlı, alnının en ortasında çukur kadar açık tek gözlü, kazma kadar büyük sincap dişli, göğsünün en ortasından çıkan tek kürek kadar parmaksız kulaç kollu, uyluğundan çıkan direk kadar topaç bacaklı, başından ayağına kadar demir elbiseli, demir yaylı, taş oklu, altın mızraklı şeytanla insan arasında bir kişi vardı.


İhtiyar bilge kadını bulanık bir şekilde görerek atından inmeden şöyle dedi: “Benim adım Üller-Etin oğlu Bura-Doxun (kötü ruhun adı)’dur. Dört ülke uzaktanım, kara is ülkesindenim, kızıl kömürle (korla) evliyim. Ateşten de sıcak yazlıyım, kızaran taş yemekliyim, ateş ve alev içecekliyim, ölmez kişiyim, yanmaz etliyim, kolsuz bacaksız, keskin boynuzlu, sivri kuyruklu pek çok demir halklıyım. İşim ise, adam öldürmek, kötülük, felaket getirmektir. Xaraxxan’ın sevgili kızıyla evlenmek için geldim. O taş burunun üstünde dokuz gün oturup, sözlerini bekleyeceğim. Söyle (kızı) vermezlerse zorla alacağım, evlerini yıkacağım, ateşlerini söndüreceğim, yerlerini kara işyerlerine çevireceğim, hayvanlarını yakacağım, onları sersefil bırakacağım.” Bunu söyledikten sonra yüz kulaç uzaktaki taş dağın burnuna korkuluk gibi gitti. Bilge ihtiyar kadının korkudan dili göğsüne düşerek gözü ters dönmüş vaziyette, ayağı ile gideceğine elleri üzerinde evine vararak aklı başından çıkıp kuş gibi nefes nefese kalmış.


Üç (kös) boyunca otuz kova buzlu suyu üstüne boşaltarak onun gördüklerini ve işittiklerini dinlemişler. Xaraxxan ailesiyle birlikte ağlamış, çokça üzülmüş, çokça dövünmüş, sinirleri bozulmuş.


Ereydeex-Buruydaax Er-Sogotox doksan engeli, sayısız kötülüğü geçerek Xaraxxan ülkesine gelip geniş ormanın içine girdiği zaman tay derisinden abalı, ayak derisinden dikilmiş çizmeli, baş derisinden dikilmiş şapkalı, tüyleri dökülmüş bir taya ters binmiş ve tayın kuyruğunu dizgin gibi tutmuş öksüz çocuk ile karşılaştı. Bu çocuk tanımadığı şahsın gözüne bakınca hiç görmediği bu kişinin iyi huylu olduğunu fark ederek kaçmamış ve Xaraxxan’ın hayatını, zenginliğini, güzel kızını ve bu kızı kötü Bura-Doxsun’un istediği gibi haklarında bildiği her şeyi anlatmış ve taş burunun yolunu göstermiş.


Burunun yakınına geldikleri zaman Buura-Doxsun’un uzanarak beş-on kısrağı, sekiz-dokuz öküzü kuyruklarından çekerek ağzına attığını görmüşler. Onların geldiklerini görüp çabucak ayağa kalkan Bura-Doxsun “Şimdiye kadar hiç tanımadığım bir kişi geldi. Ben onunla ölümüne dövüşeceğim.” dedi.


İkisi de hiçbir şey söylemeden yaylarını germişler ve atışarak birbirlerini vuramamışlar. Sonunda okları bitince demir gürzleriyle vuruşmuşlar. Demir gürzleri çarpışmaktan düzleşince uzun mızraklarını çıkarmışlar. Mızrakları da çarpışmaktan kırılmış, sonra kılıçlarıyla dövüşürken kılıçları körelmiş. Bunun üzerine Buura-Doxsun nara atınca Er-Sogotox irkilmiş. O irkilince de Bura-Doxsun kılıcını kalbine sokmuş. Yaralanan Er-Sogotox koltuğunun altında bağlı bulunan bengü su kesesini hemen keserek yarasının üstüne damlatmış. Er-Sogotox bir anda iyileşerek eski halinden on kat daha güçlü olmuş.


Er-Sogotox, güçlendiğini anlayıp bağırarak Bura-Doxsun’u belinden yakalamış ve yedi kulaç yeri titretecek kuvvetle yere çarpmış. Sonra başını kesmiş ve çelik bıçakla karnını yararak içinden yüreğini ve karaciğerini alıp küçük küçük parçalara ayırarak her tarafa savurmuş. Ancak yüreğinin bir ucu kalmış ve kara kuzgun olup “Ben her zaman sana engel olacağım”diyerek yerin altına girip kaybolmuş.


Xaraxxan’ın toplanan adamları hayvan sürüsünün buzlu suyu içip titrediği gibi titreyerek Er-Sogotox’u alkışlamışlar, koşup gelmişler ve büyük bir ateş yakarak ölen Bura-Doxsun’u bu ateşe koymuşlar, külünü de her yere saçmışlar.


Xaraxxan Toyon yetmiş kişiyle gelerek Er-Sogotox’u evine davet etmiş, beyaz kilimin üstünde yürütmüş, vaşak derisinin üstünde oturtup samur derisine yatırmış, güzel yemeklerini yedirmiş, tatlılar ikram etmiş, sevgili kızını vermiş, yanlarına yüz kişiyi de katarak memleketine göndermiş.


Xaraxxan korku ve ürküntüsü geçtiği zaman hayvanlarını hesaplamış ki, her üç hayvanından birisini Buura-Doxsun yiyip bitirmiş.


Er-Sogotox ülkesine dönüp geldiğinde ak-kara atlarının iki kat arttığını, kuşlarının-hayvanlarının da iki katına çıktığını görmüş. Birlikte getirdiği adamlarına ev-ocak düzenlemiş, çocuk sahibi yapmış. Saha’nın en büyük ataları bugünkü zamana kadar yiyip-içip yaşamaktadır. Ama Bura-Doxsun’un yüreğinin ucunun kuzgun olup söylediği gibi, Er-Sogotox’un torunları-halkı, beyaz kara atları, kuşları-hayvanları zaman zaman salgın hastalıklarla telef olarak veya dala asılarak bazen de ağaçlara takılarak bu zamana kadar ölümlü olmuşlardır.



Bir Manifesto: Andor


                                                                   Bir Manifesto: Andor


“Mücadelenin imkansız gibi göründüğü zamanlar olacak. Bunu zaten biliyorum. Yalnız kalacağız, tereddüt edeceğiz, düşman gözümüzde büyüyecek. Özgürlüğün saf bir fikir olduğunu unutma. Durup dururken, beklenmedik bir anda ortaya çıkar. Galaksinin her yerinde sürekli rastgele isyan eylemleri gerçekleşiyor. Davaya çoktan katıldıklarının farkında olmayan ordular, taburlar var. İsyan cephesi her yerde, unutma. En küçük bir başkaldırma eylemi bile cepheyi daha da ileriye taşıyor. unutma. İmparatorluk, doğaya aykırı olduğu için kontrol etme ihtiyacı duyuyor. Tiranlık sürekli bir çaba gerektirir. Bozulur, sızdırır. Otorite kırılgandır. Baskı, korkuyu gizlemek içindir. Unutma. Şunu da aklından çıkarma, tüm bu çatışmalar ve savaşlar, tüm bu başkaldırma eylemleri imparatorluğun otoritesini öyle aşındıracak ki yıkılmaları an meselesi olacak. Unutma, tek bir damla bardağı taşıracak. Dene.''


Edgar Allan Poe - Gammaz Yürek




Gammaz Yürek

Edgar Allan Poe



Doğru! Sinirlerim bozulmuştu. Hem de insanı dehşete düşürecek kadar bozulmuştu. Ve hâlâ bozuk. Fakat bana deli diyebilir misiniz? Hastalık, sezgilerimi yerle yeksan etmek, köreltmek şöyle dursun, onları bilemişti. Bilhassa da duyu kabiliyetimi keskinleştirmişti. Gökteki cennet ve yeryüzündeki her şeyi duyuyordum. Cehennemden de pek çok şey işitiyordum. Şu halde nasıl deli olabilirim? Kulak verin! Ve başımdan geçenleri ne kadar sağlıklı, ne kadar sakin bir şekilde anlatabildiğime dikkat edin.


Bu fikir aklıma ilk nasıl girdi, söylemek imkânsız; ama bir kere aklıma girince, gece gündüz peşimi bırakmadı. İtiraz yoktu. Hırs yoktu. İhtiyarı seviyordum. Bana hiç kötülük etmemişti. Bana hiç hakaret etmemişti. Gözüm yoktu altınlarında. Galiba sorun, onun gözüydü. Evet, onun gözü! Bir akbabanın gözü vardı onda. Üzerinde ince bir zar olan uçuk mavi bir göz. Ne zaman bana dönse, kanım buz keserdi. Ve bu yüzden tedricen -yavaş yavaş- yaşlı adamın canını almaya karar verdim. Böylelikle o gözden sonsuza kadar kurtulacaktım.


Geldik iplerin koptuğu yere. Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz. Deliler hiçbir şey bilmezler. Ama siz bir de beni görecektiniz. Ne kadar bilgece ilerlediğimi –ne ihtiyatlı, ne öngörülü, ne ikiyüzlülükle işe koyulduğumu görmeliydiniz! İhtiyar adama karşı, onu öldürmeden önceki tüm hafta boyunca, hiçbir zaman olmadığım kadar nazik davrandım. Ve her gece, gece yarısına doğru, kapısının mandalını çekip açtım — hem de ne yavaşlıkla! Ve sonra kafamın sığabileceği kadar bir aralık açınca içeri üzeri kapalı bir fener soktum. Tamamen kapalı. Öyle kapalı ki hiç bir ışık sızmazdı. Sonra başımı içeri soktum. Ah, nasıl sinsilikle içeri sızdığımı görseydiniz kahkahalarla gülerdiniz! İhtiyar adamın uykusunu bölmeyeyim diye yavaşça ilerledim- çok ama çok yavaşça. Sırf onu yatağında yatarken görebilmek için başımı içeri sokmak bir saatimi alırdı. Hah! Bir deli bu kadar kurnaz olabilir miydi? Ve sonra başımı içeri uzattığımda, fenerin örtüsünü ihtiyatla -(menteşeler gıcırdadığı için) özel bir ihtiyatla- kaldırırdım. Örtüyü yalnızca tek ve ince bir ışık hüzmesinin, akbaba gözüne düşeceği kadar kaldırırdım. Bunu yedi uzun gece boyunca yaptım- her gece, tam gece yarısında. Ancak göz her seferinde kapalıydı; bu yüzden devam etmek imkânsızdı çünkü beni rahatsız eden ihtiyar adamın kendisi değil, onun kem gözüydü. Her sabah, gün doğduğunda, odaya küstahça girip onunla mertçe konuştum. Ona candan bir ses tonuyla ismiyle hitap ettim. Gece nasıl istirahat ettiğini sordum. Gördüğünüz gibi, her gece, tam on ikide, uykusunda onu izlediğimden şüphelenmesi için hakikaten çok bilge bir ihtiyar olması lazımdı.


Sekizinci gece olduğunda kapıyı açarken her zamankinden daha ihtiyatlı davrandım. Saatin yelkovanı bile benden daha hızlı hareket ediyordu. O geceden önce hiçbir zaman kendi gücümün kudretini- dirayetimi bu denli hissetmemiştim. Galibiyet duygusunu güç bela zapt edebiliyordum. Orada bulunuşumu, adım adım kapıyı açışımı ve gizli planlarımı ya da düşüncelerimi onun rüyasında bile göremeyişini düşünmek… Bu fikre kıs kıs güldüm, belki de beni duymuştu. Zira aniden irkilmişçesine kıpırdadı. Şimdi benim geri çekildiğimi düşünebilirsiniz- ama hayır. Odası zift gibi karanlıktı, (panjurlar hırsız girer korkusuyla sıkıca kapatılmıştı), bu yüzden biliyordum ki kapının aralık olduğunu göremezdi. Ben de istikrarla yerimde sabit kaldım.


Başımı içeri uzatmıştım. Tam feneri açacaktım ki başparmağım kapının teneke mandalından kaydı. İhtiyar yatağından sıçradı, “Kim var orada?” diye feryat etti.


Öylece dikildim ve hiçbir şey söylemedim. Tam bir saat boyunca tek bir kasımı bile kımıldatmadım. Geçen zamanda onun geri yattığını da duymadım. Hâlâ yatakta oturmuş, dinliyordu. Tıpkı benim gecelerce yaptığım gibi, o da duvardaki tahtakurularını dinliyordu.


İşte bu sırada hafif bir inilti işittim. Bu ölüm korkusunun iniltisiydi, biliyordum. Ah, hayır! Bu acının ya da hüznün sebep olduğu bir inilti değildi. Bu, dehşete düşmüş ruhun en derinlerinden yükselen kısa, boğuk bir sesti. Bu sesi iyi tanıyordum. Pek çok gece, tam gece yarısında, tüm dünya uyurken, benim göğsümden taşar, dehşet saçan yankısı beni rahatsız eden korkuları artırırdı. Bu sesi iyi bildiğimi söylüyorum. İhtiyarın ne hissettiğini biliyordum, içimden kıs kıs gülmeme rağmen ona acıdım. O ilk hafif gürültüyü duyup yatağından sıçradığından beri uyanık kaldığını biliyordum. O zamandan beri korkuları içinde büyüyordu. Bunların asılsız olduğuna inandırmaya çalışıyordu kendini, ancak buna muvaffak olamıyordu. İçinden şöyle geçiriyordu; “Ne olacak! Ya bacadaki rüzgarın ya yerde yürüyen bir farenin sesidir.” ya da “sadece cırlayan bir cırcır böceğinin sesidir.” Evet, kendini bu tahminlerle rahatlatmaya çalışıyordu, fakat bunların hepsinin boşa olduğunu anlamıştı. Hepsi boşaydı, çünkü ona doğru yaklaşan Ölüm onu kara gölgesiyle takip edip kurbanının etrafını kuşatmıştı. Beni ne görmüş ne de duymuş olmasına rağmen başımın odanın içinde olduğunu hissetmesine mahal veren, o algılanamayan gölgenin hazin tesiriydi.


Sabırla, onun yattığına dair bir şey duyamadan uzun bir süre beklediğim sırada, feneri biraz –çok ama çok az- açmaya karar verdim. Böylece feneri, nihayet tek bir loş hüzmenin kapı aralığından geçip tıpkı bir örümcek ağı gibi ihtiyarın akbaba gözüne düşene dek açtım- nasıl sinsice ve fark ettirmeden açtığımı hayal bile edemezsiniz.


Göz açıktı; sonuna kadar açıktı. Gözümü diktiğimde küplere binmiştim. Gözü mükemmel bir açıklıkla görüyordum- beni iliklerime kadar titreten, üzeri çirkin bir perdeyle kaplı tamamen soluk bir mavi. Ve fakat ihtiyarın yüzüne ya da bedenine dair başka hiçbir şey göremiyordum. Zira içgüdüyle bulmuş gibi ışık hüzmesini tam da o lanetli noktaya doğrultmuştum.


Delilikle karıştırdığınız şeyin duyuların aşırı keskinliği olduğunu size söylememiş miydim? İşte şimdi söylüyorum. Orada kulaklarıma tıpkı pamuğa sarılmış bir saatin çıkardığı gibi kısık, donuk ve keskin bir ses geldi. Bu sesi de iyi tanıyordum. Bu, ihtiyarın kalp atışlarının sesiydi. Aynı davul seslerinin, askerlerin cesaretini tetiklemesi gibi bu seda da benim öfkemi arttırıyordu.


Buna rağmen kendimi tuttum ve sabit kaldım. Neredeyse hiç nefes almıyordum. Feneri hiç hareket ettirmedim. Işık hüzmesini ne kadar istikrarlı gözüne tutabiliyorum, görmek istedim. Bu arada kalbinin korkunç gümbürtüsü artıyordu. Daha hızlı ve daha çabuk atmaya başlamıştı. Her an daha da yüksek çarpıyordu. İhtiyarın duyduğu dehşet en uç noktada olmalıydı! Gümbürtü yükseldi- size söylüyorum, her an yükseldi. Beni işitiyor musunuz? Size sinirlerimin bozuk olduğunu söyledim. Sinirlerim bozuk. Şimdi, gecenin bu ölü saatinde, bu eski evin korkunç sessizliğinin ortasında, böyle garip bir ses beni gem vurulmaz bir dehşete düşürdü. Yine de, bir kaç dakika daha kendimi tuttum ve yerimden kıpırdamadım. Ama gümbürtü yükseldi de yükseldi! Kalbi yerinden çıkacak sandım. Şimdi de, beni yeni bir endişe sarmıştı- ya bu gümbürtü komşular tarafından duyulursa! İhtiyarın zamanı dolmuştu! Gürültülü bir haykırışla, feneri açıverdim ve kendimi odaya attım. Bir kere, yalnızca bir kere feryat etti. Bir anda onu yere çektim ve ağır yatağı üzerine bıraktım. İşi bu raddeye kadar getirebildiğim için neşeyle güldüm sonra. Dakikalardır kalbi boğuk bir sesle atıyordu. Ancak bu beni kızdırmadı, duvarlardan duyulmazdı. En sonunda durdu. İhtiyar ölmüştü. Yatağı kaldırıp cesedi inceledim. Evet, taş kesilmişti, ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine koydum ve bir kaç dakika orada tuttum. Hiç nabız yoktu. Ölmüştü. Gözü, artık canımı sıkmayacaktı.


Benim hala deli olduğumu düşünüyorsanız, cesedin saklanmasına dair ne derece bilgece önlemler aldığımı anlattığımda böyle düşünmeyeceksiniz. Gece bitiyordu, ben de aceleyle ama sessizce çalıştım. İlk olarak cesedi parçalara ayırdım. Kafayı, kolları ve bacakları kestim.


Sonra odanın döşemesinden üç tahtayı söktüm ve aralarına kestiğim parçaları yerleştirdim. Daha sonra, döşeme tahtalarını öyle zekice, öyle sinsice yerleştirdim ki hiç bir insan gözü- hatta onunki bile- bir terslik olduğunu sezemezdi. Temizleyecek hiç bir iz ya da kan lekesi yoktu. Bunun için fazlasıyla temkinli davranmıştım. Tüm işi küvette yapmıştım- ha ha!


Tüm işi bitirdiğimde, saat sabah dördü bulmuştu- hala gece yarısı gibi karanlıktı. Saat çanı çaldığında, sokak kapısı vuruldu. Açmak için kaygısızca aşağı indim- korkacak neyim kalmıştı ki? Kendilerini mükemmel bir nezaketle polis memuru olarak tanıtan üç adam girdi. Gece komşulardan biri bir çığlık duymuştu, cinayetten şüphelenmiş ve karakola bildirmişti. Onlar da (polis memurları) binayı aramak için görevlendirilmişti.


Gülümsedim- neyden korkacaktım? Beyefendileri buyur ettim. Çığlığı, dedim, ben rüyadayken attım. İhtiyarın ülkede olmadığından bahsettim. Ziyaretçilerime tüm evi gezdirdim. Evi aramalarını- çok iyi aramalarını söyledim. Onları en sonunda onun odasına yönlendirdim. El sürülmemiş ve güvende olan servetini gösterdim. Özgüvenimin coşkusuyla odaya sandalyeler getirdim ve yorgunluklarını atmalarını istedim. Ben de bu arada kusursuz zaferimin hoyrat cüretiyle kendi sandalyemi altında kurbanın cesedinin yattığı noktanın tam üzerine yerleştirdim.


Memurlar hallerinden memnundu. Davranışlarım onları ikna etmişti. Garip bir biçimde müsterihtim. Oturdular. Ben onların sorularını neşeyle cevaplarken, onlar ailevi konulardan çene çaldılar. Ancak, çok geçmeden, rengimin attığını fark ettim ve gitmelerini diledim. Başım ağrıyordu. Kulaklarımda bir çınlama duyduğumu sandım. Onlar hala oturmuş, sohbet ediyorlardı. Çınlama daha da belirginleşti- kesilmedi ve daha aşikâr bir hal aldı. Bu histen kurtulmak için daha rahat konuşmaya başladım ama çınlama sürdü. Katiyet kazandı- ta ki sonunda sesin kulaklarımdan gelmediğini anlayana kadar.


Hiç şüphesiz şimdi rengim çok daha solmuştu- ama daha akıcı ve sesimi yükselterek konuştum. Yine de ses yükseldi- elimden ne gelirdi? Ses, kısık, donuk ve keskindi- pamuğa sarılmış bir saatin çıkardığı ses gibi. Nefesim kesilmişti. Ne var ki polisler duymamıştı. Daha hızlı, daha hararetli konuştuysam da ses giderek artıyordu. Ayağa kalktım, abartılı ve hiddetli mimiklerle önemsiz şeylerden bahsettim bahsetmesine, fakat ses giderek artıyordu. Neden gitmiyorlardı? Sanki adamların gözlemlerinden öfkelenmişim gibi uzun ve ağır adımlarla bir ileri bir geri odayı arşınladım- ama ses giderek artıyordu. Allahım! Elimden ne gelirdi? Öfkeden köpürdüm, küplere bindim, küfürler ettim! Oturduğum sandalyeyi yumrukladım, döşemelere sürterek gıcırdattım, ama ses yükseldi ve giderek arttı. Ses yükseldi- yükseldi de yükseldi! Adamlar hala hoşça ve gülümseyerek muhabbet ediyorlardı. Mümkün müydü duymamaları? Eyvahlar olsun!! Hayır, hayır! -Duydular, şüphelendiler, biliyorlardı, benim korkularımla dalga geçiyorlardı- diye düşünüyordum ve düşünüyorum. Her şey bu ıstıraptan daha iyiydi! Her şey bu maskaralıktan daha çekilirdi. Bu ikiyüzlü gülümsemelere daha fazla katlanamazdım. Ya bağırmalı ya da ölmeliyim diye düşündüm- işte yine, yine- dinleyin! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha yüksek! Daha yüksek!-


“Hainler!” diye haykırdım, “Artık rol yapmayın! İtiraf ediyorum!- döşemeleri sökün! — işte burası, burası!- Bu, onun o iğrenç kalbinin gümbürtüsü!”



The Tell-Tale Heart, The Pioneer, 1843, 

Çeviri: Puslu Kıta











Puslu Kıta 1. Sayı

  PUSLU KITA  Çevrimiçi Bilimkurgu, Fantezi ve Korku Dergisi SAYI, MAYIS 2024 Kurgu: Andy Weir - Yumurta (Çev. Selin Çıray) Edgar Allan Poe ...